Serhatın Sesi / Serhat Diyarından Haberler
Serhatın Sesi / Serhat Diyarından Haberler
Haberler / Türkiye

İnsanın Önündeki İki Yol

15.08.2018
İnsanın Önündeki İki Yol

Dünyanın, bölgemizin ve ülkemizin içerisinden geçtiği çok yönlü kriz ve yaşadığımız dönüşümler bir yönüyle kitlelerde ve bireylerde savrulmalar yaratıyor. Aynı kriz diğer yanda hepimizi bu bunalımın nedenleri ve çözüm yolları hakkında düşünmeye ve araştırmaya sevk ediyor. Bir takım şeyleri hiç anlamlandıramıyoruz. 

Anlamlandırabildiklerimiz üzerindeyse bir insan teki olarak ya hiç etkimiz olmadığını ya da çok cüzi bir etkileme gücümüzün olduğunu idrak ediyoruz.

 

İnsan tekleri olarak öncelikli sorumluluk alanımız da bu cüzi alanlar.

 

Devlet, toplum, ekonomi, dış siyaset, toplumsal cinsiyet, eğitim, kadın cinayetleri, çocuk istismarları, hayvan suiistimalleri, çevre ve akla gelebilecek ne kadar başlık varsa hepsi üzerinde tanımlarda karar kılıyor ve çözümleri için öneriler dağarcığı geliştiriyoruz. Bu önerilerimiz nihai anlamda her birimizin zihnindeki dünya görüşü ile doğrudan bağlantılı. Her birimizi “o birisi” yapan zihinlerimizdeki kişisel tarihimiz, birikimimiz, duygularımız, hedeflerimiz, değerlerimiz. Tanımlar ve çözümleri üzerine odaklandığımızda perspektiflerimiz farklılaşabiliyor. Marksist, Milliyetçi, Liberal, İslamcı, Kemalist, Atatürkçü, Erdoğancı, Abdülhamitçi, Türkçü, Kürtçü veya bir başka pencereden bakabiliyoruz olaylara. Anlamaya, anlamlandırmaya ve çözmeye çalışıyoruz. Olaylar bizleri bu denli kafa yormaya ve çözümler ortaya koymaya zorluyorsa bir şeylerin yolunda gitmediğine dair ortak bir kaygımız var demektir.

 

Bu ortak kaygımız “bir şeyler ters gidiyor” ortak yargımızdır.

 

DOĞA ve İNSAN

 

Bir şeylerin ters gitmesi şeklinde yumuşatarak ifade etmeye çalıştıklarımız geniş bir yelpazeyi oluşturuyor. Hafif derecede can sıkıcı olaylardan tutun çocuk tecavüzlerine, kimyasal silahlarla yapılan katliamlara, işkenceye kadar uzanan ağır travma yüklü olaylar. Kuraklık veya aşırı yağış; dondurucu soğuklar veya kavurucu sıcaklar gibi doğa olayları ve sonuçları hakkında en azından kısa vadede yapılabilecek fazla bir şey yok. Can sıkıcı hatta rahatsız edici ama doğadaki işleyişin bir tezahürü olduğu için bunlardan korunarak yaşamak, korunamadığımız kısımlarına da katlanmak insan tarafından kabul görmüş, hayatımızın birer parçası haline gelmiş.

 

Çevrenin insan tarafından tahrip edildiği ortamları dışarıda bırakırsak, doğa olaylarında insanın doğrudan veya dolaylı herhangi bir dahlini göremiyoruz. Diğer yanda savaşlar, katliamlar, cinayetler, zorbalıklar, tiranlıklar, tecavüzler, yolsuzluklar, insana veya hayvana yapılan işkence gibi insan eliyle gerçekleştirilen felaketler ayrı bir kategori. Ancak bu sonuncular tümüyle insanın ‘eseri.’ İnsan fiillerinden kaynaklanan ve hayata geçirilen bir dizi olay. Daha doğrusu her biri kendi başına birer felaket. Kaynağı insan olduğu için diğer insanlar üzerindeki yıkıcı etkisi doğa olaylarına nispetle daha ağır ve daha düşündürücü. Sonuçlarına bakarak değerlendirdiğimizde doğal felaketlerin insanlar arasındaki düşmanlıkları yumuşatabildiğine ve bir dayanışmaya zemin hazırlayabildiğine şahit olurken insan eliyle gerçekleşen felaketlerin düşmanlıklara yol açtığını ya da mevcut düşmanlıkları derinleştirdiğini görüyoruz.

 

İnsan, doğada yıkıcı olabilen tek varlık.

 

SORUMLU VARLIK

 

İnsan eliyle gerçekleştirilen felaketleri ya “bir fırtınanın yaptığı tahribat” veya “bir yırtıcı hayvanın kendinden daha güçsüz hayvanları avlayarak beslenmesi” gibi sıradan doğa olayları olarak ele alacağız ki bu durumda insandan bahsetmek mümkün olmaz ya da dikkatimizi olayların faili üzerine çevirecek ve bunların hem nedeni hem de sorumlusu olarak insanı göstereceğiz. Birinci durum insanı doğadaki ilişkiler ağının sadece sıradan bir nesnesi, çarktaki bir diş konumunda tutarken ikinci yaklaşım insanı bütün edimlerinin (yani amellerinin) bir öznesi haline getirir. Birinci durumda nesne olarak insan her yönüyle doğaya tabi olarak doğanın bir parçasıdır; ikinci durumda bir yönüyle doğanın bir parçası olsa da bir başka yönüyle de doğadan farklıdır. Kendi fiilini ortaya koyabilendir. Bu fiili ortaya koymak üzere irade geliştirebilendir. Bu yönüyle doğada bir yabancıdır. Doğa içerisindeki tek yabancı yani insandır. Bu durumda insan doğadaki ilişkiler ağının edilgen bir nesnesi olmaktan çıkmıştır. İnsan, eylemlerine öncülük eden kararlarıyla, iradesiyle, seçme ve seçtiğini uygulayabilme özellikleriyle, gücüyle bir özne haline yükselmiştir. İnsan bu özelliklere sahip olduğu için de doğadaki yegane sorumlu varlıktır.

 

İnsan, sorumluluk sahibi bir varlıktır.

 

BİLİM ve AHLAK

 

Bilim doğa üzerindeki diğer bir deyişle geniş anlamda bütün evrendeki olguları / olayları anlamaya çalışır. Buna insan ve insan topluluklarına ait olanlar da dahildir. Bilim olgulara / olaylara “ne” ve “nasıl” sorularını sorar. Mahlukatın / varolanların özelliklerini ve aralarındaki işleyişi anlamaya, çözümlemeye ve açıklamaya yönelir. Bunları nesnel bir dile yani bir şekilde mantık ve matematik diline indirger. Bu durumda gözlemleyebildiğimiz, tanımlayabildiğimiz ve ölçebildiğimiz her şey bilimin konusu haline gelir. Bilimsel bilgi bu özellikleriyle insandan insana, toplumdan topluma aktarılabilen bir bilgi külliyatıdır.

 

İkinci dünya savaşını bitiren ve Japonya’nın teslim olmasıyla neticelenen Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan iki atom bombası ve bunların sonuçları bilim tarafından bombanın etkileme gücü, ölen ve sakat kalan insan sayısı, çevredeki radyoaktivite düzeyi, sakat doğum yüzdeleri gibi ve buna eklenebilecek diğer verilerle ele alınır. Sonuçta bizler bu olayı “6 Ağustos 1945 tarihinde Hiroşima’ya atılan 14.5 Kiloton gücündeki atom bombası 140 bin insanın ölümüne neden olmuştur” gibi haber bildiren bir cümle ile belgelerden veya tarih kitaplarından öğreniriz.

 

6 Ağustos 1945 tarihinde Hiroşima’ya bir bomba atılmışsa, bu bomba bir atom bombasıysa, bu atom bombası 14.5 Kiloton gücündeyse, bu 14.5 Kiloton gücündeki atom bombasının atılması sonucunda 140 bin insan hayatını kaybetmişse okuduğumuz cümle gerçeklikle yani gerçekte olan-bitenle, geçmişte olmuş-bitmiş ile örtüşüyor demektir. Önermelerimiz gerçeklikte olup-bitenle örtüşüyorsa olgu hakkındaki yargımızın “doğru” olduğunu söyleme hakkını kazanırız. Kısaca önermenin doğruluğundan, bir doğruluk değeri olarak da önermesel doğruluktan bahsederiz.

 

Bu olayı tahayyül ettiğimizde Hiroşima’da olup bitenlerle işimizin bilimsel olanla daha doğrusu olay hakkındaki yargılarımızın önermesel doğruluk yargımız ile bitip bitmediği biz insanların ortak sorunudur. Biraz açarsak ortak sorunumuz, olaylar / olgular hakkında bilimsel bilgiyi damıtmakta kullandığımız önermesel doğruluk yargısı dışında nesnel anlamda hepimiz tarafından kabul görebilecek hatta bağlayıcı olabilecek farklı bir değerlendirme imkanının olup olmadığıdır; eğer varsa bu imkanın ne olduğudur.

 

Max Horkheimer “Akıl Tutulması” adlı eserinde Bertrand Russell’ın “Reply to Criticism” Chicago – 1944 kitabından şu cümleyi aktarır:

“olgusal bir yargının ‘doğru’ olma gibi bir özelliği bulunabilir; böyle bir yargının doğru olup olmaması, insanların onunla ilgili düşüncelerine bağlı değildir, ama bir ahlaksal yargıda ‘doğruluk’ ile karşılaştırılabilecek özelliğin bulunup bulunmaması diye bir sorun olamaz. Kabul edilmeli ki, bu durum, ahlakı, bilimden çok farklı bir kategoriye sokmaktadır.”[1]

 

Russell “en temel ahlaksal değerlerin öznel olduğunu”[2] iddia etmektedir. Kısaca Russell’ın bakışıyla Hiroşima’da olup bitenler hakkındaki olgusal yargımız nesnel bir özellik taşır; bu olgusal yargı, kişisel düşüncelerimizden bağımsız olarak “doğru”dur. Ancak Hiroşima olayında “doğru” değeri taşıyan olgusal yargımıza eşdeğer nesnel bir ahlaki yargımız olamaz çünkü Russell açısından “en temel ahlaksal değerler özneldir”; kişiden kişiye değişiklik göster(ebil)ir.

 

Russell bu noktada “korkunç olanı korkunç olarak göreceğim”[3] açıklamasıyla olguların nesnel ahlaki nitelikleri ile bizlerin olayları algılaması arasına aşılması imkansız bir fark koyar. Horkheimer, Russell’ın bu yaklaşımını

 

“Eğer kendi bilimci teorisine tam bağlı kalsaydı, korkunç eylemler ve insanlık dışı durumlar diye bir şey olmadığını ve gördüğü kötülüklerin birer yanılsama olduğunu kabullenmek durumunda kalırdı.”

 

cümlesiyle eleştirir.[4]

 

Bu yaklaşımdan şunları da anlayabiliriz. Düşüncelerimiz bir eylemin niteliğine hatta sonuçlarına bakmaksızın söz konusu eylemin hizmetine verilebilir. Bu eylemin “iyi” ya da “kötü” gibi bir kategoriye sokulabilmesi hususunda önermesel doğruluk değerlendirmesindeki “doğru” yargısı benzeri ve bu yargı kuvvetinde ve bağlayıcılığında nesnel bir yargı geliştiremeyiz. Daha açık ifade etmeye çalışırsak Hiroşima olayını aktaran cümlenin “önermesel doğruluk” dışında yani ifade ettiğimiz önermenin gerçekleşen olgu ile örtüşme içerisinde olması dışında biz insanları ortak bir duygu, düşünce, akıl yürütme veya başka bir yetimizle bağlayan bir tarafı yoktur. Böyle bir yaklaşımda “iyidir” veya “kötüdür” şeklindeki yargılarımız tamamen özneldir, kendimize aittir ve insan tekleri olarak tamamen duygusal dünyalarımızla alakalıdır. Olayları nesnel ölçülerde doğru bir şekilde kavradıktan sonra onlarda iyi ya da kötü olarak değerlendirebileceğimiz nesnel bir taraf bulunamaz. Bu durumda herhangi bir olayı insan tekleri olarak ancak duygu dünyalarımız “iyi” ya da “kötü” olarak yargılayabilir. İnsanda bu yargılardan birini haklı, doğru ve tutarlı bir şekilde üstün olarak öne çıkartacak bir taraf, bir yeti ya da bir kapasite yoktur. Sonuçta pozitivizmin yaklaşımına göre nesnel anlamda önermesel doğruluk yanında nesnel ahlaki doğrulardan veya yanlışlardan bahsedemeyiz.

 

BİR BAŞKA YARGI

 

Bu yaklaşımı ve açıklamayı yeterli bulanlara mantık ilişkileri içerisinde hatta akli zeminde kalarak söylenebilecek daha fazla bir şey yoktur. Bu yaklaşımı yeterli bulanlar için buradan ötesi sadece spekülasyon düzeyinde kişisel görüşleri ya da duyguları ifade eden, bunu diğerlerine kabul ettirme amacını güden tartışmalar olabilir. Ancak ahlaki doğruların nesnel  özelliğini kabul etmeyen pozitivizm son tahlilde olgular sonucunda zihinlerimizde beliren anlamın önermesel doğruluk değerinden ibaret olmadığının da farkındadır. Çünkü zihinlerimiz yargılama işlemini bu düzeyde bırakamıyor. Olgu ele alınıp bunun doğru bir yargı olduğundan emin olunduktan sonra bambaşka bir yargı aşamasına geçiliyor. Olgu karşısında bir yabancılık, olguya bir mesafe ya da tam tersi bir ünsiyet, bir yakınlık hissediliyor. Olgular karşısına dış dünyaya bir kayıtsızlık aktarabilsek de iç dünyalarımızın bu işi böyle bırakmadığını, öznel de olsa bir tutum takındığını pozitivist görüş de kabul ediyor. Öznel de olsa böyle bir yargımızın geliştiğinin kabulü aslında meselenin önermesel doğruluktan ibaret olmadığının, her insanın öyle ya da böyle farklı türden bir takım yargılar geliştirdiğinin hatta bunun kaçınılmaz bir tepki olduğunun ikrarıdır. Russell’ın “korkunç olanı korkunç olarak göreceğim” yaklaşımı nesnellik ile arasına bir mesafe koyarak olayı öznel saha ile çerçevelese de insanın olaylar karşısında farklı türden bir takım yargılar geliştirdiğini kabullenmiş oluyor.

 

İnsan, olayları iyi veya kötü kategorisinde yargılayabilen bir varlıktır.

 

FAİL

 

Hiroşima’da olup bitenler bir meteorun yeryüzüne düşmesi, bir sel veya bir başka doğal afet nedeniyle de yaşanabilirdi. Felaketin boyutları, yarattığı üzüntü çok büyük olsa da doğal afette duymadığımız farklı ve ilave bir hissiyatı, daha küçük boyutlarda olsa da insan eseri olan felaketlerde duyabiliyoruz. Doğa olaylarından korku duyabiliyoruz ama insan eliyle gerçekleştirilen katliamlarda failin uygulamalarıyla aramıza korkuyla birlikte korkudan öte bir mesafe, bir yabancılık bazen de olaydan kaynaklanan bir nefret girebiliyor. Sonuçları benzer olsa da, doğal afet ile insan fiillerinden kaynaklanan felaketleri, gerçekleşen olay ve sonuçları dışında bir de fail açısından ele alıyoruz. İnsanın yol açtığı felaketlerde doğal afette olmayan farklı bir unsur yani bir fail buluyoruz. Failin bir şeyleri tahrip ettiğini, aramızdaki bir ahengi sekteye uğrattığını, hakiki bir şeylere ihanet ettiğini düşünüyoruz. Bu ihanet düşüncesi insanın ahlaki yargısının bir öznelliğe sığdırılamadığını, failin bu fiili üzerinden fail ile aramızda bir bağ kurulduğunu da işaret ediyor. Kurulan bu bağ, insan fiillerini doğa olaylarından ayırmakla kalmayan, bu fiillerin arkasında irade sahibi sorumlu insanı gören, insanı fiillerinin nedeni olarak kabul eden bir ilişki biçimidir.

 

İnsan, kötülüklerin de nedeni olabilen bir varlıktır.

 

KAÇIŞ YOK

 

İnsanın ahlaki özelliğinin sadece öznellik çerçevesine alınamayacağının bir başka pratik göstergesi de ne adına yapılırsa yapılsın tarihteki istisnasız bütün katliamlara ve soykırımlara bir ahlaki gerekçenin mutlaka üretilmiş aslında uydurulmuş olmasıdır. Katliamların ya da soykırımların ardındaki ahlaki gerekçe kamu düzeninin korunması, bir halkın veya milletin selameti veya kurtuluşu, bir sınıfın tarih içerisindeki yürüyüşünün kaçınılmaz sonucu, bir devletin bekası, insanlığın geleceği, ilerlemenin zorunluluğu veya devamlılığı, bir dinin veya mezhebin korunması ve bunlara eklenebilecek bir takım gerekçeler olabilir. Yaptıkları katliamlara gerekçeler düzmek ve bu gerekçelere inanıp inanmamak, muhatapların bu gerekçeleri yeterli görüp görmemesi ayrı bir konudur. Daha önemlisi otoriteleri tartışılmaz olan, hiçbir merci tarafından hesaba çekilmesi söz konusu olmayan tiranların dahi kendi iç dünyalarında ve diğer insanlarda doyurulması gereken bir yerleri tatmin etme çabasıdır. Bu tatmin etme beklentisi ve çabası biz insanlarda böyle bir ortak hissiyatın varlığını teyit ediyor aynı zamanda bu özelliğimizin öznelliğin dışına, en azından öznelerarası bir düzeye taştığını ve aşağı yukarı benzer bir şekilde çalıştığını da gösteriyor.

 

Bu noktada bir şeyin daha farkına varıyoruz. İnsan ahlaken tarafsız olamıyor. Fiillerinin hem kendisinin hem de diğerlerinin ortak ahlaki yargısına uygun olmasını istemekte; bu olmuyorsa diğerlerinin ahlaki yargısı tarafından onaylanmaya ve bu yolda gerekçeler düzerek inandırıcı olmaya çalışmaktadır. İnsanın ahlaken tarafsız kalamaması fiillerimizin ahlaki yargıdan kaçışını imkansız hale getirmektedir. Bu durum hakiki ahlak yanında sahte ahlakı da tedavüle sokuyor. “Sahte ahlak olarak ikiyüzlülük hakiki ahlakın kıymetinden bahseder; tıpkı sahte paranın, muvakkat da olsa, değerini hakiki paranın mevcudiyetine borçlu olduğu gibi. İkiyüzlülük, herkesin herkesten ahlaka uygun davranmasını beklediğine veya talep ettiğine bir delildir.”[5]

 

Sonuçta insan ahlak-dışı kalamıyor; ya ahlaklı ya da sahte ahlaklı olabiliyor.

 

YENİLGİNİN ZAFERİ

 

İzzetbegoviç ödevi (vazife) ahlakın, çıkarı (menfaat) ise siyasetin merkezi kavramları ve güdüleri (saik) olarak tespit eder. Bu kavramlar adeta birbirinin zıddıdır. Aralarında bir karşılaştırma da yapılamaz. (İzzetbegoviç, 2017) “Vazife menfaatçi değildir, menfaatin ise ahlakla alakası yoktur.”[6]

 

“Ahlak ne fonksiyonel ne de rasyoneldir. Eğer hayatımı tehlikeye atmak suretiyle, komşumun çocuğunu kurtarmak üzere yanan eve girip kucağımda ölü bir çocukla dönsem, neticesiz kalan hareketimin kıymetsiz olduğu söylenebilir mi? Faydasız bu fedakarlığa, neticesiz bu teşebbüse kıymet veren şey işte ahlaktır, tıpkı “harabeleri güzel kılan şey”in mimari oluşu gibi (A. Perret).”[7]

 

İzzetbegoviç’e göre bu girişimin sonucunda bir başarısızlık, bir yenilgi vardır ancak bu olumsuz sonuç hepimizin kalplerini fetheder. Adalet uğruna verilen bu mücadeledeki yenilginin zaferi yani bu oksimoron görünüm bu dünyaya ait olmayan bir gerçek şeklinde tezahür eder. Adalet ve fazilet uğruna hayatlarını feda edenlerin bu davranışlarını doğal, mantıksal, bilimsel ve akli nedenlerle olumlu bir şekilde göstermek mümkün değildir. Bu tip hareketleri sadece zaman ve mekan içerisine kapanmış bir dünya ve haklı-haksız karşısında ilgisiz kalan bir doğa referans alınarak anlamlandırmak imkansızdır. “Ve tersine, onun bilhassa bu hareketi, -manasız olduğunu kabul etmeyi reddettiğimizden- kanun ve menfaatleriyle, bu tabiat dünyasının karşısında manası ve kanunları bambaşka bir dünyadan, Allah’ın vahyi gibi, bir haber olarak durmaktadır. İzahını bilmeden ve buna ihtiyaç da duymadan biz bu ‘manasız’ hareketi tasvip ederek bütün varlığımızla onun tarafını tutuyoruz. Bu öyle bir şeydir ki ya hiç anlaşılmıyor ya da kendiliğinden anlaşılıyor.”[8] Bu fedakarca ve kahramanca hareketlerin değeri onların faydalı veya makul olmasında yatmıyor. Çünkü onlar çoğu kez faydalı veya makul değillerdir. “İnsanın başından geçen ve geçirilen dram, bu dünyada ilahi olanın en parlak işaretidir ve onun bütün insanlar için kalıcı ve evrensel olan kıymet ve manası buradadır.”[9]

 

ÖBÜR DÜNYANIN HABERCİLERİ

 

İzzetbegoviç devam eder ve bu dünyada mücadele vererek ıstırap çeken büyük trajik şahsiyetleri mağlup değil de galip kabul ettiğimiz için bir başka dünyanın hakikatinin daha aşikar görünüp görünmediğini sorar. Eğer rahatını, özgürlüğünü hatta hayatlarını feda eden bu şahsiyetleri galipler olarak kabul ediyorsak bizler artık bu dünyadan değil de bir başka dünyadan ve farklı ölçülerden bahsediyoruz demektir. Çünkü bu dünyada rahatını, özgürlüğünü veya hayatlarını feda edenlerin galibiyetini destekleyecek buralara ait bir argüman yoktur elimizde. Bu tip galibiyetler ile bu dünyaya ait yargılarımız örtüşmemektedir. (İzzetbegoviç, 2017) “Bütün peygamber ve vaizlerden daha fazla bunlardır öbür dünyanın habercileri. Onların hayatı ve özellikle fedakarlıkları bizi tekrar tekrar şu müşkül ile karşılaştırır: Ya insan varlığının zamanla mukayyet, nisbi ve mahdut manasından apayrı bir manası vardır yahut da devamlı olarak hayranı bulunduğumuz bu büyük şahsiyetler birer beceriksizlik örneğidirler. Fakat bu ikinci faraziye ile bütün bir dünya çökmeye başlıyor.”[10]

 

İKİ YOL

 

“Ahlak fenomeninin, insan hayatının bir gerçeği olduğu halde, akli yönden izah edilemeyişinde din için birinci belki de tek pratik delil bulunmaktadır. Çünkü ahlaka uygun davranış ya manasızlıktır ya da Allah varolduğundan manası vardır. Üçüncü şık yoktur. Ya ahlakı bir peşin hükümler yığını olarak ‘atmamız’ ya da ‘ebediyetin işareti’ olarak vasıflandırabileceğimiz bir sembol denkleme sokmamız gerekiyor. Ancak ve ancak hayatın ebediliği ve insanın ölmezliği, yani Allah’ın ve bu tabiat dünyasından ayrı bir dünyanın varolması şartıyla insanın ahlaki davranışının -ister ufak bir menfaatten feragat olsun, isterse hayattan feragat olsun- bir manası vardır.”[11]

 

“Fazilet kanununa göre hareket eden insanlar çok değildir elbet. Fakat bu son derece küçük azınlık, insanlığın ve her insanın gurur kaynağını teşkil etmektedir. Kendi hayatımızda sırf fazilet kanununa göre hareket ettiğimiz anlar azdır, fakat buna rağmen menfaat ve faydamıza bakmadan kendi kendimizin üstüne yükseldiğimiz bu anlar, ne kadar az olursa olsun, hayatımızın yegane zeval bulmaz değerleridir.”[12]

 

İnsan ve ahlak tartışmaları muhtemelen insan varolduğu sürece bitmeyecektir. Öyle görünüyor ki bir mutabakata varılması yönünde bir işaret de yoktur. Çünkü bazı özelliklerimiz var ki bunlar zamanın, mekanın, doğanın ve aklın çerçevelendirdiği bir dünyaya sığamıyor. Sonuçta bu durum bir kısmımız tarafından hemen anlaşılıyor bir kısmımız tarafındansa hiç anlaşılmıyor veya anlaşılıyor fakat kabul görmüyor. Bilemeyiz. İnsanın bu tarafı tamamen kendisine aittir. Dışarıdan gözleme ve müdahaleye kapalıdır. İnsan nasıl ahlaki olmayan bir fiilini ahlakilik ile bezeyerek sahte ahlaklı bir tutuma girebiliyorsa bunun tersi bir durumu yaşayabilmesi yani çok farklı gerekçelerle hakiki ahlakını gizleyebilmesi de mümkündür. Bunu da bilemeyiz.

 

Biz sadece dışarıdan baktığımızda insanın önünde daima iki yol olduğunu görebiliyoruz.

 

9 Nisan 2018, Kadıköy

Kaynakça

 

Horkheimer, M. (2016). Araçlar ve Amaçlar. M. Horkheimer içinde, Akıl Tutulması (O. Koçak, Çev., 3 b., s. 59-99). İstanbul: Metis Yayınları.

İzzetbegoviç, A. (2017). Doğu Batı Arasında İslam. (S. Şaban, Çev.) İstanbul: Klasik.

 

 

[1] Horkheimer, M. “Akıl Tutulması” Ss.62, 63; Metis, 2016.

[2] Horkheimer, M. “Akıl Tutulması” Ss.63; Metis, 2016.

[3] Horkheimer, M. “Akıl Tutulması” Ss.63; Metis, 2016.

[4] Horkheimer, M. “Akıl Tutulması” Ss.63; Metis, 2016.

[5] İzzetbegoviç, A. “Doğu Batı Arasında İslam” s.164; Klasik, 2017.

[6] İzzetbegoviç, A. “Doğu Batı Arasında İslam” s.161; Klasik, 2017.

[7] İzzetbegoviç, A. “Doğu Batı Arasında İslam” s.161, 162; Klasik, 2017.

[8] İzzetbegoviç, A. “Doğu Batı Arasında İslam” s.162; Klasik, 2017.

[9] İzzetbegoviç, A. “Doğu Batı Arasında İslam” s.162; Klasik, 2017.

[10] İzzetbegoviç, A. “Doğu Batı Arasında İslam” s.162, 163; Klasik, 2017.

[11] İzzetbegoviç, A. “Doğu Batı Arasında İslam” s.163; Klasik, 2017.

[12] İzzetbegoviç, A. “Doğu Batı Arasında İslam” s.163; Klasik, 2017.

 

 

ötekiislam.net (Demokratik İslam Dergisinden alınmıştır.)

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş