Serhatın Sesi / Serhat Diyarından Haberler
Serhatın Sesi / Serhat Diyarından Haberler

Turgut Özal’a, birlikte intihar teklifi...

24.05.2018
Murat Sevinç
Alıntı Yazı

Son yılların çoraklığını daha iyi hissetmek için belki de şunu bir kez daha hatırlamak iyi olabilir. Bu seçimde ilk kez oy kullanacak olan seçmen grubu, ‘yaşamları boyunca’ Erdoğan’dan başka muktedir, AKP’den başka iktidar görmedi! Siyaseti böyle bir şey, siyasetçileri de yalnızca bu şekilde davranabilen insanlar zannediyorlar.

Kısa Türkiye Tarihi

O yıllarda ülkemizde
Çeşitli hükümlerle
Yetmiş iki dilden
İkisi yasaklanmıştı:

İkincisi Türkçe (23 Ağustos 1987)

Bugün, (Mülkiyeli) yazar/edebiyatçı Cemal Süreya’nın, portreler kaleme aldığı 99 Yüz (İzdüşümler – Söz Senaryosu) adlı eseri anacağım (YKY yayınları, 2004). Ancak bu eserde yer alan 99 ismi ve Süreya’nın onlar hakkındaki denemelerini tek tek anlatmak ne mümkün ne gerekli. Bu yüzden, eserin hem ilk okuduğumda hem de bu yazı için bir kez daha kurcaladığımda bana düşündürdüklerini anlatmaya çalışacağım. Kitabı, onunla henüz tanışmamış okurlara, hele ki şu seçim günlerinde, hararetle tavsiye ederim.

Yıllar sonrasından bakıldığında, AKP iktidarını da içeren 2000’li yıllar Türkiye’de pek çok sorunun aynı anda tartışılıp mücadele konusu olduğu bir dönem olarak anılacak. Bir yandan çağın gereklerini inatla reddetmekten, öte yandan dünyanın genel hâli düşünüldüğünde ‘olağan’ kabul edilebilecek zorluklarla yüz yüze kalmış olmaktan kaynaklanan sorunlar. Bir de tabii, seksen yıldır halının altına süpürülmeye çalışılan ne kadar derdimiz varsa, hep birlikte ortalığa saçılmış olmalarından! Bu nedenle, henüz sona ermemiş olan AKP’li yıllarda yaşananlar, yıllar sonrasında, kötülüklerinin yanında ‘bazı temel tarihsel düğümlerin’ çözülmeye başladığı bir dönem olarak hepimiz tarafından daha soğukkanlı değerlendirilecek muhtemelen.

Şu aşamada bazı hasarları tespit etmek içinse, sanırım on yıllar geçmesine gerek yok. ‘Hasar’ ifadesiyle kastım, yukarıda altını çizmeye çalıştığım ‘olağan değişim’ çizgisinde hiç de ‘zorunlu olmayan’ türden alt üst oluşlar. Kolay kolay onarılamayacak ya da hayli zaman alacak ‘zararlar.’ Örneğin doğaya verilen zarar, örneğin eğitime verilen zarar (ki en az bir kuşak demek), örneğin devletin iskeleti olan bürokrasiye verilen zarar (açıkça, neredeyse çökecek hale getirmek), örneğin zaten ne kadar olduğu tartışılır ‘toplumsal uzlaşma’ duygusuna verilen zarar, örneğin hukuka saygı ve sadakat ilkesine verilen zarar… Listeyi uzatmak mümkün.

 

Hâl böyleyken, halihazırdaki yönetim bugün değişse, bazı yaraları sarmak çok zaman alacak; bir kısmıysa, sarılamayacak muhtemelen. Şu anda Türkiye, hukukun temel ilkeleri bakımından, yabancılardan örnek ararsak 1215 tarihli Magna Carta’nın, yerli örnekle 1839 tarihli Tanzimat Fermanı’nın ‘bazı’ temel ilkelerinin gerisinde!

Son on altı yılı düşününce, sanırım ‘eskisinden kötü oldu’ diyebileceğimiz gelişmelerden biri de, siyasetteki renkliliğin ve sert eleştiriye azami tahammülün kaybolması. Cumhuriyet tarihi boyunca muhalif yazar çizerlerin, sanatçıların, akademisyenlerin keyfi hiç bir zaman yerinde değildi ancak özellikle basın konusundaki uzmanların yazdıklarına bakılırsa, böyle bir dönem yaşanmadı. Şu anda ‘cumhurbaşkanına hakaret’ konulu soruşturmaların sayısı kırk binleri bulmuş durumda. Ancak sözünü ettiğim, yalnızca yargıya intikal etmiş konular değil. Çünkü, tahmin edilebileceği gibi on kişiyi susturmak için onunu birden yargılamaya gerek yok! Yaratılan atmosfer, çok insanı da sindirmiş durumda. Popüler kültüre ilişkin yalnızca bir iki örnekle açmaya çalışayım:

Seversiniz sevmezsiniz, rahmetli Levent Kırca’nın “Olacak O Kadar” adlı TV programını bugün yapmak, hatta hayal etmek dahi mümkün değil. Ne buna cesaret edecek bir yapım şirketi ne de yer verecek bir TV kanalı var. Yapmaya kalkışana bir daha gün yüzü göstermezler. Daha da erken bir tarihe, 1980’lere gidelim. Çocukken, Devekuşu Kabare, bilinen adıyla Zeki-Metin’in (Zeki Alasya ve Metin Akpınar) oyunlarına götürmüşlerdi. Bir de, hatırlayan çıkacaktır, Kabare’nin oyunları teyp kaseti olarak da çıkıyordu. O kasetleri de alır dinler ve ezberlemeye çalışırdım! O günün koşullarında oynanan skeçleri, o iktidar eleştirisini bugün sahnelemeyi tahayyül edemezsiniz. Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığı döneminden söz ediyorum. 12 Eylül koşullarından! Yine, gençlik hastalığımız olan Gırgır’ı düşünün. Kuşkusuz üç beş mizah dergisi var ama şu anda Gırgır çapında iş ve muhalefet yapan bir dergi yok. Vahim bir çoraklaşma yaşıyoruz. Bazı konularda hakikaten çok ama çok berbat bir yere savrulduk.

Şunu da düşünelim; Recep Tayyip Erdoğan, Belediye Başkanlığı’ndan bugüne çeyrek yüzyıldır yaşamımızda. Hatta son on altı yıldır, başka bir şey konuşamaz haldeyiz. Bu zaman zarfında tek bir ‘espri’ hatırlıyor musunuz? Zorlayın zihninizi, bir tek şaka, bir tek eğlenceli söz… Çok ilginç değil mi! Ecevit de pek mizah malzemesi vermezdi ama zarafeti ve şiirleriyle gündemde olurdu hiç olmazsa. Bunca yıldır Erdoğan’ın insanları gülümseten tek bir anısını hatırlıyorum; attan düşmesi! Bu da nihayetinde sağlıkla ilgiliydi ve hiç komik değildi.

Demirel, Erbakan, Özal, Ecevit, çok eleştirildi. Eleştirilecek pek çok nitelikleri vardı ve tabii Türkiye’nin bu hale gelmesinde büyük payları oldu. Hiçbirine sevimlilik muskası takacak halimiz yok. Ancak aynı insanlar, nihayetinde Cumhuriyet kuşağının ferdiydiler. En sağcısı da en solcusu da. Bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Yani Cumhuriyet kuşağı olmanın ve buna değer vermenin, çeşitli kesimlerden insanları ortaklaştıran bir yanı var. Hepsi, farklı ölçülerde de olsa, edindiklerini ‘bir rejim olarak’ Cumhuriyet’e borçlu olduklarının farkındaydı. Siyasal İslam’ın ilk partisinin genel başkanı Necmettin Erbakan dahil! Cemal Süreya’nın, “Dünyanın en barışçıl Müslümanı. Kaleci Cihat’ı bile görmezlikten gelir. Cihat kavramı onun için diyalogda fırsatçılık için vardır,” sözleriyle betimlediği, Erbakan…

Sözün özü, uzun yıllar gündemde kalan bu isimler, ‘modernleşme tarihimizin’ farklı ideolojilere ve bireysel hikâyelere sahip ürünleriydi. Farklılıkları kadar, ortaklıkları da vardı. Hepsi kendi alanlarında iyi eğitim almış insanlardı örneğin. Yine hepsi, kendi tarihleri ve dünya hakkında, farklı ölçülerde de olsa temel asgari bilgiye sahip liderlerdi. Ayrıca görünür insani zaafları vardı; mizahçılara bolca malzeme sunuyor ve bundan pek rahatsızlık duymuyorlardı.

Bugün, günahlarıyla ve sevaplarıyla yıllara damga vuran o siyasetçilerin rengi yok Türkiye’de. Gerçi aynı yıllar içinde, ABD Kennedy’den Trump’a, Fransa Mitterrand’dan Sarkozy’ye ve Macron’a, Almanya Willy Brandt’tan Merkel’e geriledi; bu da doğru. Kuşkusuz ‘gelinen nokta’ derken, yalnızca AKP ve Genel Başkanı’ndan söz etmiyorum. Muhalefet partileri açısından da durum çok parlak değil. Farklı ideolojilerden yurttaşı etkilemeyi ve cezaevindeyken dışarıdakilerden daha verimli siyaset yapmayı başaran Demirtaş’ı bir kenara koyarsak, halihazırdaki parti liderleri son derece ‘renksiz’ simalar. Ve toplumsal gerginlikten midir, partilerdeki tek adamlık merakından mıdır, yoksa bu dönemin talihsizliği midir bilemiyorum, ‘solist altı’ kadro da ziyadesiyle etkisiz. Hadi bırakalım İnönü ile mücadele eden Kasım Gülek’leri, DP’nin baş belası ve güçlü hatip Osman Bölükbaşı’ları, kuş kadar oy ile sistemi sarsan koskoca Behice Boran’ları, Mehmet Ali Aybar’ları…

Daha yakın zamanlara bakalım. Bakarken, Cemal Süreya’nın ‘sözcüklerinden’ de yararlanalım…

Örneğin, “Deniz Baykal’ın İstanbullusu ve temizi,” İsmail Cem. Başlı başına bir siyasi figürdü. Demirel’in en yakınındakiler; “salon hatibi ve slogan ustası İzmirli avukat,” Hüsamettin Cindoruk ve ‘abi’ İsmet Sezgin. Seçim zamanı geldiğinde, sokaklarda propaganda yürüyüşleri yapan ve tokalaştığı insanı kendisine çekip ‘öpen’ Hasan Celal Güzel. Süreya’nın, “güneş gözlüğü takmış yumru kök şekerpancarına,” benzettiği ve “dört eğilimi nefsinde toplamış” dediği, Mülkiyeli Hasan Celal Güzel.

Ha keza, “Görünmeyen adam ve ANAP’ın geveze olmayan tek kişisi,” Mehmet Keçeciler. “Namaza dururken eski oto satan ve tribün için, özellikle karşı takım için oynayan sporcu,” Adnan Kahveci… Siyasette çok az oyalanıp büyük etki yapan, “demokrasimizin utangaç jokeri ve gerçek anlamda cesaret sahibi,” Erdal İnönü. Sol siyasette saygın bir isim, bir umut ve “nergis çiçeği gibi ve bunun fazlaca farkında olan,” Aydın Güven Gürkan. “İlk paltosunu Meclis’e girdiğinde edinen” Hasan Fehmi Güneş. Güzel insan, “meyve olarak dünyaya gelseydi kavun” olacak, İmren Aykut. “Tenis oynayan gelincik-zerdeva,” Kaya Erdem…

Daha ne isimler, bir döneme damga vurmuş ve bugün yaşamlarında ilk kez oy kullanacak olan neslin adını dahi duymadığı ya da yalnızca adını duyduğu insanlar…

Son yılların çoraklığını daha iyi hissetmek için belki de şunu bir kez daha hatırlamak iyi olabilir. Bu seçimde ilk kez oy kullanacak olan seçmen grubu, ‘yaşamları boyunca’ Erdoğan’dan başka muktedir, AKP’den başka iktidar görmedi! Siyaseti böyle bir şey, siyasetçileri de yalnızca bu şekilde davranabilen insanlar zannediyorlar. Eğer yakın tarihe özel bir merakları yoksa, Türkiye’yi de böyle bir memleket. (Gerçi bu sonuncusunda çok yanıldıkları söylenemez!)

Cemal Süreya’nın portreleri, bana bunları düşündürdü seçim öncesi.

Okuduğunuz yazı, Cemal Süreya’nın, Ekim 1989’da gazetelerde yayınlanan bir şiiri/mektubuyla bitsin. Başbakan Turgut Özal’a ithafen. Konusu, birlikte intihar önerisi!

Turgut Özal’a Birlikte İntihar Önerisi

“Ülkemizi sizden,
Sizi de kendi özel sıkıntılarınızdan
Kurtarmak için
Arkadaşım Muzaffer Buyrukçu’yla
Bir önerimiz var:

İntihar etmelisiniz!

Ben ve Buyrukçu bu konuda
Dostça omuz veriyoruz size.

Gelin, halkın önünde,
Üçümüz birlikte intihar edelim.

Yer: Kadıköy iskelesinin önü,
Gününü ve saatini siz saptayın.

Ülkemiz sizden kurtulsun,
Biz de bir işe yaramış olalım.”

Bildiğim kadarıyla, bu şiir/öneri nedeniyle Cemal Süreya’nın başına hiç bir şey gelmedi, soruşturma, dava vs. açılmadı.

Özellikle çok genç okurlar için hatırlatıyorum bunları. Türkiye pek matah bir yer değildi belki ama şu anda tanık oldukları gibi de değildi…

Yorum Ekle
Yorumlar
Henüz Yorum Eklenmemiş
Çok okunan haberler